Tam Zamanında…
‘Ben şunu yapacağım ve şu kadar zaman sonra da şu olmalı, sonrasında da bu olmalı’
Zamanla ilgili planlar yaparız, birçoğu tutmaz… Hayatımız aklımızın kontrolünde sanırız. Bu, arzularımızı ve evrensel düzeyde hayrımıza olacak olanı alıp 4 duvar arasına hapsetmekten başka bir şey değil.
Kaç planınız uygun bulduğunuz zamanda hayrınıza olarak gerçekleşti? Benim cevabım çok az olurdu. Zamanla ilgili inandığım şey; evrenin dengesi içinde zamanın kendine ait bir sistemi olduğu. Bir çok unsurun birbirine bağlı çalıştığı bir sistem ve anlık değişimlerle sürekli yeniden oluşuyor. Bu sebeple hiç kimse neyin ne zaman olacağını bilemez. Zaman, bizim bu üç boyutlu algımızla anlayabileceğimiz bir şey değil şu an için, tam bir sis bulutu içinde, gizemli bir kavram. Gözlerimizin önündeki perdeden dolayı göremiyoruz, perde kalın…
Ne zaman bilemiyoruz ama ne oluyorsa doğru zamanda oluyor. Mükemmel bir denge, anda oluşuyor. Olan da, olmayan da tam zamanında oluyor. Olması gereken zamanda bazı insanlar hayatımıza giriyor, bazıları çıkıyor. Tam zamanında trafiğe takılıp işe geç kalıyoruz. Tam zamanında uçağı kaçırıyor, tam zamanında olmayı planladığımız yerde olamıyoruz. Bunları aksilik olarak görüyoruz. Trafiğe takılıp işe geç kalmasaydık, işyerinde bütün gün kendimizi kötü hissetmemize sebep olacak kişi ile karşılaşacaktık belki. Ya da tam tersi, trafiğe takılıp işe geç kaldığımız için bizimle aynı anda ofise giren ve kendimizi bütün gün kötü hissetmemize neden olacak kişi ile karşılaşacaktık. Her iki versiyonda da zamanlama muhteşem. Evren incelikle çalışıyor. Hiçbirşeyi iyi ya da kötü diye etiketlemeden objektif bakabilirsek olaylara, hayat daha kolayca akacak. Kendimizi kötü hissetmemize sebep olan kişi, o günkü rehberimizdi belki. Tam o gün öğrenmemiz gereken ders için gönderilmiş bir rehber.
Günlük hayatta yaptığımız asıl şey, işe gidip gelmek, ailemizle vakit geçirmek ya da hobilerimize vakit ayırmak mı? Evren bu kadar mükemmelken, hayat bu kadar sığ olamaz. Asıl iş; bütün bunları yaparken, insanlarla etkileşimde bulunurken, kim olduğunu hatırlamak. Mahkum edilmiş gibi hergün sıkıntı içinde gidip geldiğiniz işin, sizin sadece orda olmanız, ordaki insanlarla etkileşimde bulunmanız için kurgulanmış bir oyun olduğunu düşünün. Bunun sizin başka bir yerde iş bulamamanızla hiçbir alakası yok… Dersinizin orda olduğunu ve ders bitince ya o sıkıntılı durumdan kurtulacağınızı ya da başka bir işe geçeceğinizi düşünün. Herşey çok daha eğlenceli olmaz mı? Hergün işe gidip, bakalım bugün ne öğreneceğim ya da neyi farkedeceğim demek hayatı daha keyifli kılacaktır. Herkese eşit şans vererek yapmak lazım bunu. Bazı dersler titiz bir çalışma ile tahmin edemeyeceğiniz yerlere gizlenmiş olabilir. Ordaki en önemli dersi belki en az etkileşimde bulunduğunuz kişiden alacaksınız ve düğümü çözüp başka bir seviyeye geçeceksiniz. Kendi enerjinize uygun, daha yüksek bir seviyeye, yeni bir işe, yeni bir pozisyona, bambaşka bir hayata…
‘Truman show’ gibi hayat galiba. Filmden farklı olarak çevremizdekiler de hatırlamıyorlar, bizim gibi oynadıkları oyunu. Hepimiz oynuyoruz , rollerimizi gerçek sanarak… Rollerimize o kadar kaptırıyoruz ki kendimizi, oyun arkadaşlarımıza gerçekten kızıyoruz. Tiyatroda insanlar birbirleri ile kavga edebilirler ama oyun bitince elele selamlarlar seyircileri.
Ama artık biz de uyanıyoruz, iş toplantısında kıyasıya tartıştığımız birine toplantı sonrasında gülümseyip göz kırpacağız ‘iyi oyun çıkardık’ diye. Yollarımızı ayırdığımız kişilere teşekkür edeceğiz, onca zaman üzüntü verdiği için ama sonunda kendi değerimizi bulmamızı sağladığı için. Gözümüzün önündeki perde incelecek, herşey netleşecek. Şeytanın da aslında bir melek olduğunu farkedeceğiz.
Ne zaman mı?
– Tam zamanında…
Evrenin mükemmel zamanlamasına saygıyla,
Mine Erkan
Leave a Comment